«

»

Haz 01 2016

Emek’te Dehşet!

emek02.Her Telden-logo

Emek’te Dehşet!

 

Merhaba Sevgili Okur,
Söze, blogumuzda paylaştığım, ünlü Amerikalı çizer Bernie Wrightson‘un Creepy albümünden söz ederek başlayayım ve buradan bir bağlantı yaparak da devam edeyim istiyorum.

Özellikle Türkçe çeviri düzeyi ve teknik işlemlerinin kalitesiyle öne çıkan bu albümü henüz incelemediyseniz, konuya BURADAN ulaşabilirsiniz.
Adı geçen albümdeki birbirinden güzel 12 çizgi öyküden ikincisinin adı “Jenifer”… Kitabın önsözünü de kaleme alan Bruce Jones‘un aynı adlı öyküsünü, Bernie Wrightson çizgileriyle ölümsüzleştirmiş.
Hayli de tedirgin edici bir öykü.

emek12-DarioArgento

Dario Argento

Tabi bir öykü bu kadar iyi olur da sinema endüstrisi durur mu?
2005-2006 yıllarında MASTERS OF HORRORS (Korkunun Efendileri) adıyla Amerika’da yayınlanan bir TV dizisinin, ilk sezonunun 4. bölümü de bu öyküye ayrılmış.
Yeri gelmişken; bu dizinin, türün tutkunları için bir hazine olduğunu söyleyebilirim. Korku-gerilim sinemasında isim yapmış birçok ünlü yönetmeni bu projede görmek mümkün…
İşte “Jenifer” adlı TV filmimiz de ünlü İtalyan yönetmen Dario Argento‘ya emanet edilmiş.
Argento, korku sinemasında kültleşmiş bir isim. Birçok kaliteli işe imza atmış olmasına karşın, sinema izleyicileri onu en çok 1977 yapımı Suspiria (Çığlıklar) adlı filmiyle hatırlayacaklardır.
Bir rengi (kırmızı) bütün bir film boyunca, seyircinin sinirlerini tel tel gerercesine kullanan başka bir örnek var mıdır bilmiyorum. Stilize yapısına karşın, günümüz sinema seyircisini de bir çırpıda içine alıverecek ögelere sahip iyi bir korku-gerilim filmidir Suspiria.
Hele ki bu filmi TV ekranı yerine, zamanının efsane sinema salonlarından Beyoğlu Emek‘te izlerseniz…

emek01Emek Sineması!..
Günümüzün 100-150 kişilik cep sinemalarıyla kıyaslandığında tam 875 kişilik devasa bir salon.
Sanırım, Emek sinemasında izlenen bir filmden bugün de aynı tadı alabilmeniz için IMAX teknolojisiyle donatılmış bir salona ihtiyacınız olacaktır.

Zamanının tartışmasız en iyi sinema salonlarından biriydi (hatta en iyisiydi) Emek… ve çağa ayak uydurur, kendini devamlı yenilerdi…
Örneğin 1973’te ses sistemini güncelleyerek İrlandalı Kız’ı (Ryan’s Daughter, 1970) ‘full stereo’ ses sistemiyle ve orijinal 70 mm. kopyayla gösterime sokmuştu. Türkiye’de ilk kez 1953’te gösterilmiş olan Hollywood klasiği Rüzgâr Gibi Geçti (Gone with the Wind, 1939) 1974’te Emek’te yine 70 mm. kopyayla vizyona çıkmış ve 11 hafta gösterimde kalmıştı.
Kısacası Emek’te film izlemek bir ayrıcalıktı.

1977 yılı, Galatasaray. Arka plandaki binada asılı Suspiria reklamı.

Yıl 1977…
18 yaşımdayım.
Bir gün gazetelerin sinemalarla ilgili ilan sayfalarından birinde “Suspiria” filminin tanıtımını gördüm… Tüm zamanların en büyük korku filmi olarak lanse ediliyordu.
Nerede oynuyordu peki?
Emek’te…
Hem de Türkiye’de ilk defa “quadrafonic” (dört kanallı) ses sistemiyle.
Vay vay vay!.. Çift kanallı stereo ses sistemini artık biliyorduk da; bu “quadrafonic” de neyin nesiydi ki?

emek06-susp-1024x718-2Reklamı gördükten sonraki ilk Pazar günü öğle sularında Emek Sineması‘nın önünde aldım soluğu.
Hiç unutmam, soğuk ve yağmurlu bir gündü.
(“Hiç unutmam” sözü bir yaşlanma belirtisi olmasına karşın, burada çaresiz kullanmak zorundaydım. 😀 )
Emek sinemasının önü, hangi gün ve hangi saatte giderseniz gidin hep kalabalık olurdu, ancak bugün bir başkaydı.
Düşünün, sinemanın giriş kapısına ancak 15-20 adım yaklaşabilmiştim.
Ama tatlı bir kalabalıktı bu; insanı çok rahatsız eden bir yanı yoktu; sonuçta orada birikenlerin hepsi sinemasever kişilerdi.
Şimdiki ‘biletix’ ve benzeri, ‘önceden bilet alma ve yer ayırtma’ sistemleri de olmadığından, siz uygun olduğunuz gün sinemaya gider, günübirlik seanslardan birine biletinizi alır ve filminizi izlerdiniz.
Eh, böyle olağandışı bir kalabalık olursa ne yapardınız peki?

İşte o zaman “karaborsa” devreye girerdi…

Karaborsanın hiçbir türünü onaylamamakla birlikte, o zamanlar sinema önlerindeki bu karaborsa öyle fazla incitmezdi canımı. Eğer işi normal gidişatına bırakırsam o gün filmi izlemem çok küçük bir ihtimaldi… Yani eve geri dön, bir başka gün tekrar gel; zaman kaybıydı, yol parasıydı falan…
Bilet fiyatının %10-20 fazlasını ödeyerek kapı yanındaki ayakçılardan bilet almak daha mantıklı geldi…

Şimdiki bomboş sinema salonlarını (üstelik de cep sinemaları) düşününce, 875 kişilik bir salona karaborsa bilet almak tuhaf geliyor değil mi?

− Bilet var mı?
− Var, ama birinci… (Birinci, salondaki koltukların perdeye en yakın 3-5 sırasına verilen ad.)
Yapma ya!.. Ortalardan bir yer yok mu?
− Yok… Biraz sonra gelirsen bunu da bulamazsın söyleyeyim.
(Çaresiz) İyi, ver bir bilet bakalım.

Sonra kalabalığın arasından sıyrılma pozisyonları.
Hop hemşerim, dur bakalım, biz de bekliyoruz burada!
(Büyük bir kendine güvenle) Biletim var benim kardeşim, müsaade edin!..

emek03Neyse ilk aşamayı atlattık ve fuayeye girdik işte. Şimdi zaman kaybetmeden salona da girmek lazım.
− Bilet kontrol!
Biletimi veriyorum. Kontrol görevlisi biletimi ortadan yırtarak ikiye bölüyor ve yarısını bana veriyor. Yanısıra bir de küçük kağıt parçası uzatıyor…

O ne ki?

O günden bu güne hatırlayabildiğim kadarıyla, kağıdın üzerinde şuna benzer bir şeyler yazıyordu:
“Film boyunca, Anadolu Sigorta’nın ‘Hayat Sigortası’ ile sigortalanmış bulunmaktasınız.”
Haydaaa!
Bu ne yahu? Nereye düştüm böyle?
Heyecandan ölmemize karşın sigortalanmışız… Oy  oy  oy!
Şimdi siz salona bu ‘halet-i ruhiye’ ile girerseniz, içerde ‘tık’ dese spazm geçirmez misiniz?
Ya, bir de ben bu filmi en ön sıralardan izleyeceğim… Hay böyle işin…

Neyse, salona girdim. Yer gösterici yerimi gösterdi, oturdum.
En önden ikinci veya üçüncü sıradayım.
Benden gerisi hınca hınç dolu da, oturduğum sırada benden başka kimse yok!
Gösterim saatine doğru dolar herhalde diye düşünüyorum.

Yanlış düşünüyormuşum.

Filmin başlayacağını haber veren gong sesleri devreye girdi ancak benim sırada hâlâ kimsecikler yok.
Olanla ölene çare yokmuş.
Salon karardı ve film başladı.
Önden birkaç reklam, gelecek program vs…

 

Suspiria (1977) Fragmanı

 

Nihayet film…
Bir kolumu sanki birine sarılırmış gibi yan koltuğun üzerine atmışım.
Güya bir şey olursa, arkadakilerden birini ‘imdat’ mukabilinden tutacağım.

Film dehşetengiz bir şekilde başladı.
O zamanlar daha doğru dürüst TV yayını bile yoktu. Korku filmlerinden korkulduğu yıllardı ve ben de epey bir gerilmiş durumdaydım (Filmi izlediyseniz veya bir gün izlerseniz, ne demeye çalıştığımı daha iyi anlarsınız).

Yavaş yavaş “quadrafonic”in ne olduğunu da çözmeye başlamıştım.
Perdenin sağ ve solundaki iki hoparlör haricinde, salonun en arkasına da büyük kolonlar yerleştirilmişti ve bazı sesler bu kolonlardan geliyordu…
Örneğin filmin açılışındaki bardaktan boşanırcasına yağan yağmur sesi bu arka kolonlardan veriliyordu… İlk kez yaşadığınız bir olay olduğundan oldukça etkileyiciydi. Salonda gerçekten yağmur yağıyormuş hissi uyandırıyor ve bu da perdedeki hayal oyunlarını sanal bir gerçekliğe dönüştürüyordu.

emek13-susp_kolajSuspiria’nın tüm film boyunca devam eden ve sinirleri tel tel geren ünlü “kırmızı” planlarından örnekler.

 

Artık iyice gerilmiş, tam bilet parasını yakmak ve kalkıp gitmek (kaçmak) üzereyken şöyle bir sahne geldi:
Gecenin bir vakti, bizim Taksim Meydanı’na benzeyen geniş bir meydanda, kör bir piyanist, tasmasından tuttuğu kurt köpeğinin yardımıyla evine gitmeye çalışıyor.
Meydanda kör piyanist ve köpeği dışında hiç kimsecik yok. Sahnenin etkisini arttırmak amacıyla tüm meydan bir set haline getirilmiş ve soğuk mavi ışıklarla aydınlatılmış… Fonda da, atmosferi destekleyen korkunç bir müzik.

Derken müzik kesiliverdi.
Bir şey olacağı kesin, ama ne?
İşte o sırada (filmi izlemeyenler için biraz spoiler olacak ama) kötü cadının etkisi altına aldığı kurt köpeği, arka ayaklarının üzerinde dikilerek sahibine saldırdı ve dişlerini onun boynuna geçiriverdi.
Bu aksiyonla birlikte, o ana kadar nispeten zayıf seslerle durumu idare eden arka kolonlardan korkunç bir homurtu sesi yükseldi:
“Woooooowgrrrrrrrhhhh!”

Salon birden karıştı…
Arka taraflardan çığlık çığlığa sesler geliyordu. Oturduğu yerden kalkıp çıkış kapısına doğru koşanlar oldu.
İşin daha da korkuncu, balkondaki izleyicilerden bir kısmı o an kaçacak yer bulamayıp aşağı atlamaya falan kalkıştılar. Bir kısım seyirciler ise o atlamaya çalışanları tutmaya çalışıyordu.
Tam bir panik haliydi yani.

Sonra ne mi oldu?
Bu tip büyük korku ve heyecan dalgalarındaki bir diğer insani tepki devreye girdi ve salonda büyük bir kahkaha koptu.
Ne atmosfer kaldı ne bir şey…
Ancak o gürültü patırtıda salonu terkedenler de olmuştu.
Ben de fırsattan istifade, arka sıralarda boşalan yerlerden birine geçtim.

Merak ettiyseniz eğer; evet, sonuna kadar izledim filmi.

Abarttığımı düşünüyorsunuzdur eminim.
Her iyi hikaye biraz abartıyı hak eder ancak inanın anlattıklarımda abartı yoktu.
875 kişi hep birlikte film izlemek benzersiz bir deneyimdi.
Ve “Suspiria” filmi tam 11 hafta vizyonda kaldı;
Rahmetli Emek Sineması’nda…

 

 


Not: Bu yazı Çizgi Diyarı e-dergisinin Şubat 2016 tarihli 20. sayısında yayınlanmıştır. Derginin tamamını okumak için BURAYA tıklayınız.

 

Yazar hakkında

Halil Gürdal Gürak

1959 yılında İstanbul'da doğdu. Marmara Üniversitesi / Teknik Eğitim Fakültesi / Matbaacılık Bölümü / Reprodüksiyon ana bilim dalı mezunu. Çeşitli tarihlerde Cem Yayınevi, Altan Matbaacılık, Yapı Endüstri Merkezi Yayın Bölümü, NESA Basın-Yayın A.Ş.'de çalıştı ve emekli oldu. Sinema, kitaplar ve çizgi romanlar özel ilgi alanları.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir